Dünün insanlığı sadece önlerine gelen ulusları silip süpüren çiçek, kolera ve veba korkusuyla yaşardı. Günümüzde biz, çevremizde pusuya yatmış farklı bir tür tehlikenin endişesi içindeyiz, modern yaşam evrimleşirken kendi elimizle dünyamızı soktuğumuz bir tehlike bu...
Biraz geçmişe gidelim (Daha yazının başında sizleri çok korkutmak istemediğim için bunu yapıyorum.), 2018 yılında ülkemizde toprağa 60 bin ton tarım zehri atıldı. Söz konusu miktar sadece yasal olarak kayda geçen kısım. Kayıt dışı ne kadar zehir, meyvemize, sebzemize, oradan toprağa, yer altı sularına karıştı bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey öyle ya da böyle zehirleniyoruz. Net bir şekilde söyleyebilirim ki pandemi sürecinde yaşadıklarımız bunun ileride neden olacağı sorunların yanında hiç kalır. Bireysel pandemilere hazır olun! Evet, doğru okudunuz. Pandeminin bireyseli de olur. Felaket tellallığı yapmak istemiyorum ama her birimiz yediğimiz tarım ilaçlarıyla zehirlenmiş gıdalarla, farklı da olsa çeşitli nedenlerle akut ya da kronik hastalıklara maruz kaldık, kalıyoruz, kalacağız. Kanser, parkinson, alzaymır ve kim bilir daha ne gibi hastalıklar yüzünden acılar yaşayacağız. Pandemi süreçlerinde yaşadığımız birkaç aylık kısıtlamalar, ömür boyu kısıtlamalara dönecek. Daha anne karnında başlayan bu zehirlenme, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğini karartacak. Ne yazık ki sağlığımız hakkında karar verme yetkisine sahip kişiler ki bunlar arasında bazı bilim insanları da var, hızlı ortaya çıkan ve kolayca görülen etkilere bakmaya alışmışlar. Birçok araştırmacı ve bilim insanı bile göz ardı edilemeyecek kadar ortaya çıkmadıkça, tehlikelerin varlığını önemsemiyorlar ya da kabul etmiyorlar. Tarım ve Orman Bakanlığı bu zehirlere ilginç bir isim vermiş: “ Bitki Koruma Ürünleri!” İlginç değil mi? Bitkileri koruduğunu düşünen akıllar, bunları gıda olarak tüketen insanların zehirleneceğini akıl edememişler ya da umursamamışlar ama maalesef ki aynı insanlar bizim sağlığımız için karar verme hakkına sahipler.
Örnekle Değerlendirme
Bu görüş eksikliğine sahip olanlar tabii ki “yasaklama” kelimesinin geleceğe yönelik olamayacağı da göremiyorlar hem de insan sağlığının söz konusu olduğu durumlarda bile… “Yasaklanan” aktif maddelerden yabancı ot öldürücü Aminotriazole’nin daha 1960’lı yıllarda, Amerika’daki hayvanlarda yapılan deneylerde tiroid kanserine neden olduğu kanıtlanmıştı. Aynı yıllarda, yaban mersini yetiştiricilerinin hatalı kullanımları sonucunda piyasaya sürülen meyvelerde kalıntılara yol açtı. Kirlenmiş meyvelerin Gıda ve İlaç İdaresi tarafından toplatılmasından sonra başlayan tartışmalarda, kimyasalın kanser yapıcı etkisi olduğu gerçeğine ne yazık ki birçok tıp insanı bile karşı çıkmıştı. Yani bu görüş eksikliği durumu sadece ülkemizde söz konusu değil.
Tarım Bakanlığı da bir noktada bu zehrin ithalatının, imalatının ve kullanımının sonlandıracağını açıkladı. Tabii yıllarca yediklerimiz ve içtiklerimizden aldığımız bu zehrin bizi ne zaman hasta edeceği bilinmez ama bilinen tek gerçek önünde sonunda hastalanacak olduğumuz.
Ne Yapabiliriz?
“Zehirsiz Sofralar” kampanyası sonucunda yasaklandığı söylenen 16 aktif madde zehrin sadece birine yukarıda yer verdim. Geldiğimiz noktada asıl soru şu: Yasaklanan zehirleri kim ve nasıl kontrol edecek? Özellikle küçük beldelerde daha bilinçsiz olarak kullanılan zehirlerin satışının yapılıp yapılmadığı ya da yasaklanmadan önce birilerinin depolayıp depolamadığını kim denetleyecek? Denetlemenin en etkin yolu şüphesiz sebze meyve hali ve toptancıları, pazarlar ya da belirli marketlere, sebze meyve satıcılarına giren ürünlerden alınan örneklerle pestisit, yani tarım ilacı kalıntısı olup olmadığının kontrolünün belli periyotlarla yapılması; kalıntı bulunan ürünlerin anında imha edilip satanların cezalandırılması. Üreticiden çok toptancılar ya da temin edenlere verilecek yüksek cezalar en etkin yöntem olabilir. Bunlar yapılmadığı sürece her şey lafta kalır.
Diğer bir etkin yöntem de bilinçli tüketici olmak. Özellikle pandemi döneminde organik ürünlerin satışında büyük bir patlama yaşandı. “Organik” ya da zehirsiz gıdaya inanmayanlar, bizlerin abarttığını düşünenler bile, korku dağları sarınca bu konuda talepkâr hale geldi. Çünkü en önemli savunma gücümüz olan bağışıklık sistemimiz neredeyse tamamen yediğimiz ve içtiğimizle ilgili. Eskilerin de yenilerin de söylediği ”Ne yersek oyuz.” cümlesi gerçekliğini bir kez daha kanıtladı.
Çoğu kişi, organik ve zehirsiz ürünleri “daha pahalı” olduğu için almadıklarını ya da bütçelerinin buna elvermediğini söylüyor. Bunu söyleyenlerin çoğu gerçekten yoksul ya da yoksun değiller. Ceplerinde en pahalı cep telefonunu taşıyanlar, kredilerle ikide bir arabalarını değiştirenler, her gün sigara tüketimlerine bir dolu para harcayanlar, kozmetiğe bir servet yatıranlar her nasılsa sağlıklı beslenmenin bedelini ödemek istemiyorlar. Doktorlara, hastanelere harcanan paralar da cabası. Daha az, öz ve zehirsiz yemeyi bir yaşam biçimine çevirirsek büyük ilerleme kaydederiz.
Bilinçli, azla yetinen, açgözlü olmayan üreticileri bulmak ve onları desteklemek, zehirsiz sofralar kurmanın en iyi yolu ama tabii ki yeterli değil. Bu üreticiler desteklenmez ve bizler bütün tarım ilaçlarının yasaklanması için haklarımızı kullanmazsak sofralarımız zehirli olmaya devam edecek.