Çukurova’nın ‘başkenti’ olan Adana, tarihi İpek Yolu üzerinde yer aldığı için her dönem ticaretin hareketli, bereketli olduğu bir şehir…
Aynı zamanda ülkemizin en renkli en bilinen en tanınan kentlerinden. Gitmeden, görmeden olmazdı. Düştüm yola…
Allah’tan, güneş kurşunlatmayan nispeten serin sayılacak bir mayıs ayında vardım.
Ankara’dan “Ah neyleyim gönül senin elinden” diyerek çıkmıştım ama Adana’da “Avşar Halayı” ile karşılanmayı beklemiyordum elbette.
Yâr ateşindeki Ferrahi’yi ararken sesi geldi:
Ah neyleyim gönül senin elinden
Her zaman ağladım gülemem gayri
Ben bıktım usandım elin dilinden
Terk ettim sılayı dönemem gayrı
Türkü havasına girdiğini görünce, sırrına eremediğim gönlümü payladım.
Çünkü sılaya dönmemek gibi bir lüksüm de yoktu artık…
ÇAPALI, KAZMALI BİR VURUŞMA!
Ağır ağır yürürken anladım ki az gitmişim uz gitmişim arpa boyu yol gitmişim. Soluklanırken;
Adana köprü başı
Otur saraya karşı
Gel beraber gezelim
Dosta düşmana karşı
Diyerek, bulunduğum zemine, zamana uygun bir türkü tutturdum.
Vur çapayı çapayı / Vur kazmayı kazmayı…
Davetim taraftar bulmadı!
Sıcaktan korunmak için kapalı alanları, gölgelikleri tercih ederken sehven Kasaplar Çarşısına çıktı…
Aman Allah’ım!
Her yanım kelle, karın, bumbar, ayak, ciğer, yürek dolu.
Kendi kendime ‘iyi ki vejetaryen değilim’ diye sevinirken pişmiş kellelerle göz göze geldim!
Biri sanki ‘pışt’ dedi! Ses uyumundan olsa gerek, hatırıma hemen Sait Faik Abasıyanık’ın “Hişt Hişt” hikayesi geldi!
Hemen ortama odaklandın. Gözüme bakıp duran pişmiş kelleye yanaşıp sohbete başladım:
- Bana mı seslendin?
- Evet evet, yaklaş!
- Buyur!
- Sırıtıp durduğuma bakma, dertliyim!
- Hayırdır, ne derdin var?
- Yediğim ateş neyse de bir de böyle insanlara film etmiyorlar mı, bu bana çok koyuyor!
***
Baktım, Kasaplar Çarşısı esnafıyla beni papaz edecek, ‘hoşça kal’ diyerek uzadım.
Ardımdan bu sefer ‘hişt hişt’ diye seslendi ama duymazdan geldim…
*
Adana gezimiz sürecek…