Hayatın neler sunacağını bilememek, nebatatın ya da hayvanatın değil ‘insanat’ın derdidir!
‘Dert’ dediysem, Politika Kasabasının Siyaset Bulvarında volta atanların seçim derdi ya da Millet Bahçesinde ense karartanların geçim derdi değil demek istediğim dert…
***
Kast ettiğim;
“Derdim çoktur hangisine yanayım” dedirten…
“Dert bir değil elvan elvan” dedirtip inleten…
“Derdinden yandım vallahi” diye feryat ettiren…
“Dert bende derman sende” çaresizliği ile dert salana yalvartan türden bir dert…
Pir Sultan’dan Mahzuni’ye, Aşık Veysel’den Daimi’ye ve daha nice ozanın yüreğine kamp kurmuş dertten söz ediyorum…
Siz yüreği yanıkların arasına Neşet Ertaş, Barış Manço, Orhan Gencebay’ı hatta Müslüm Baba’yı da ekleyebilirsiniz…
Ben derdimi deryaya Aşık Veysel ile dökmek istiyorum…
***
Hani, çırpınıp içinde durduğu deniz var ya o deryaya dalmak istiyorum…
Deli dalgaların arasında, “Mevce gelip cuş eyleyen aşkımız”ı arayıp bulmak istiyorum…
Koca Veysel, “Derya coşar inci saçar kenara” dese de benim derdim, “Derd ile mihnete dalmayan aşık” postuna bürünmek değil, aksine, dert derisinden mamul hırka / çarık giymek…
Biliyorum, “Aşk ehli dayanır ateşe kora” amma velakin, “Ayrılmış yarından yar diyarından” halleri yok mu, kor ateşi bile yakar kavurur…
***
Oy isteyerek canımı sıkan siyasilerden uzaklaşıp içine dalacağım bir gönül kapısı ararken, dünden bugüne uzanan ayak izlerini görünce başımı eğdim…
O ara, Aşık Veysel seslendi, teselli babında;
Ey gönül derdinden etme şikayet
Yüce dağlar gurur duyar karından
Sonra…
“Ne yemiş ne doymuş eli bulaşık” tablosuna dönmüş derdimi gönül duvarımdan söküp, “Aşıklara gurbet bülbüle firkat” diye türkü çığırarak vurdum kendimi yollara, çöllere…
Koca Veysel, “Derdimi sorarsan dürülü kat kat” diye derdini anlatmak istedi ama ne duyacak ne de diyecek haldeydim…
Gönül kapımı çarpıp çıktım…