Uzaya gitme hayali kurmazdı! Gençliğinde başına işler açtığı için siyasete de bulaşmazdı…
Sızıyla dolu ruhu uslanmaz, bedeni yorulmazdı…
Denize düşse, yılana sarılmazdı…
Daraldığında Halil İbrahim’leşir, çelikleşir, kırılmazdı…
Şehir boğduğunda, detone sesiyle, “Dağda kızıl ot biter / İçinde keklik öter…” diye bir türkü tutturur, düşerdi yola…
***
“Kıvırcık saçlarına” bakar…
“Kar düşmüş uçlarına” der…
“Bana ne yazdan bahardan / Bana ne borandan kardan” umursamazlığına bürünürdü.
Çabuk sıyrılırdı bu halden. Çünkü “Aşağıdan yukarıdan / Yolun sonu görünüyor”du…
***
Tamam;
“Derede Su Durulur”du, “Daldan Köprü Kurulur”du ama ‘aslan’lık serinde vardı.
O dem, “El yerine vurulur”du…
***
“Dağın Yamaçlarına” yaslandığı da olurdu…
O zaman, “Geçtim dünya üzerinden / Ömür bir nefes derinden…” derdi…
Derdi demesine de derken, “Müfreze dağı sarar / Dağda kaçaklar arar”dı…
Doğaya kendinden çok güvenirdi!
Lüzumu halinde, nasıl olsa, “Geçit vermez kayalar” rahatlığında hızlanırdı…
***
Müfrezeden kurtulsa feleğin eline düşer, onun çemberinden bakınca, yolun sonunu görürdü…
***
Karda kışta aç kalmış, köpeği için ayırdığı kemik gibi somunları kemirmişti…
Yalnızlığını ‘Yalnız Kurt’lukla anlatırdı. Sazının üstüne bile işlemişti bu sözü…
***
“Bu dünyanın direği yok”tu, “Merhameti yüreği yok”tu; öyleyse, “Kılavuzun gereği yok”tu. Çünkü “Yolun sonu görünüyor”du…
***
Halini sormak için aradım, açmadı telefonu…
Devrisi gün, sazıyla / sözüyle paylaştığı bir görüntü ile çıktı yamacıma…
Azrail’in gelir kendi
Ne ağa der ne efendi
vesselam…