İnsan merkezli yaşamı eleştirirken sizin bu mücadelelerin neresinden, ne oranda tuttuğunuz önemli değil mi?Siz hangi tür insanları seversiniz?
Bu yazıya sorularla başlamak istiyorum... Bir sürü soruyla..
İnsan merkezli yaşamı eleştirirken sizin bu mücadelelerin neresinden, ne oranda tuttuğunuz önemli değil mi? Çözümün parçası mısınız gerçekten? İnsanı her şeyin suçlusu görüp şikâyet ederken hangi kesime bir tuğla koyuyorsunuz? Ekolojik politikalardan dahi kaçıp “tarafsız” olduğunu söylemek insanlı doğanın tahribatına hizmet etmiyor mu? Siz hangi tür insanları seversiniz? Üreten bir insanın dahi ürettiğinin dört katını tükettiğini biliyor musunuz?
Hangi İnsan?
Evet, belki günümüzde karşılaşılan musibetlerin temel sorumlusu insan. Fakat bu noktada “Hangi insan?” sorusu önemli değil mi sizce? Güney yarımküreyi sıcaklık dalgalarının kavuracağı yaz aylarına girmek üzereyken küresel iklim değişiminin suçlusu Küresel Güney’in alım gücü olmayan fakirleri mi? Yoksa doğayı pis gören, kendisi beyaz olduğu için ötekini kendinden görmeyen kolonyalist insan mı? Başkalarını karşısına alıp düşman yaratan insan mı? Benzeri zihniyetlere bilinçli ya da bilinçsiz şekilde hizmet etmek istemiyorsanız doğanın parçası olan yönünüzle durumu bir sorgulayın. Çünkü kafanızdan kolunuza hatta ayak parmaklarınızın ucuna kadar, siz de doğal döngünün bir parçasısınız. İçinize dönün bir bakın, arayın. İçinize bakınca, kapıldığınız ırkçılık ve gericilik dalgasına bir ışık bulamıyorsanız yoksa siz Mizantropik misiniz?
Mizantropi Nedir?
Mizantropi, Yunanca felsefi bir kavramdır. Mīsos, sevmemek/nefret etmek, ānthropos ise insan anlamındadır. Kısaca günümüzde sıkça duymaya başladığımız, “Ben insan sevmiyorum, hayvanları insanlardan daha çok seviyorum.” gibi cümlelerin felsefi tarafını açıklayan bir kavram. İnsanın yanlış evrim geçirdiğini öne süren bir düşünce akımıdır. Elbette mizantropiyi insan doğasına dayandıranlar da mevcut. Bu görüşe göre insan doğası; acımasızlık, yarış, açgözlülük, bencillik, kaynakları boşa harcama, dogmatizm, kendi toprağından ve kanından olmayanı düşman görme gibi negatif öğeler içerir. Fakat yine aynı insan, aynı doğası gereği topluluk halinde yaşama eğilimindedir ve yardımlaşmacı bir öz taşır. Bu nedenle de kendine adaletli sosyal sistemler ve kurumlar geliştirmeye çalışır.
İnsan ve Toplum Gerçekliği
Her insanın kafasında bir toplum fikri var. Bu toplum fikri olmasaydı, kendimizi, sınırlarımızı belirleyemez, hayatta kalamazdık. Peki ama kafamızdaki bu toplum, nasıl bir toplum? Ian Craib’in “Hayal Kırıklığı” isimli kitabında ifade ettiği gibi, bu toplum, bizi ele geçirmek isteyen, sınırlandıran, elimizden bir şeyleri almaya çalışan, bizi tehdit eden, zalim bir toplum mu? Yoksa yağmalanmaya hazır sonsuz bir iyilik kaynağı mı? Kafamızdaki toplum yüce bir şey mi yoksa türlü alçaklıkların yaşandığı korkunç bir yer mi? Toplumu bir hapishane gibi de görebiliriz, bir yuva gibi de. Tezer Özlü’nün “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” sözü, ne kadar gerçekçi olsa da kafasındaki toplum fikrini yansıtmaz mı? Tezer Özlü’nün bu sözü bütünüyle gerçek olsa da bunu genelleştirmek ve buna göre yaşamak imkânsız değil mi? Mizantropi, yani insan sevmezlik, hiç bu çağda olduğu kadar artmamıştı. Mizantropinin bu denli yaygınlaşması, bu çağın hayal kırıklıklarıyla dolu olmasından kaynaklanıyor muhtemelen.
Uyuyan Adam (Sybelle Berg) romanında yer alan bazı cümleler, mizantropinin nedenlerine dair sizlere fikir verebilir: “Herkes kendini bir diğerinden üstün buluyor, bu da içimizdeki saldırganlığın, bitmek bilmeyen bir kulak çınlaması gibi sürüp gitmesine sebep oluyordu. (…) Gençken hayvanseverlere sinirlenir, neden enerjilerini insanları kurtarmak için kullanmadıklarını anlayamazdım, şimdiyse anlıyorum. (…) İnsanlar kendilerine küçük küçük, güzel sebepler buluyorlardı ama birçoğunun çok büyük bir budalalığın ya da alçaklığın ürünü olduğunu göstermiyorlardı kimseye.”
Ne Yapmalıyız?
Dış dünya, toplum, bilmediğimiz yönlerle dolu karmaşık bir yapı. Bu karmaşık yapıyı değerlendirirken elbette içimizdeki toplum fikrine başvururuz, adaletli ve iyiliği kollayan bir toplum fikrinden vazgeçemeyiz ama bu fikir, dış dünyada neyin kontrol edilebilir, neyin kontrol edilemez olduğunu ve sınırlarımızı inkar etmeye neden olmamalı. Her şeyin bir süreç olduğunu, iç dünyamızın da dış dünyamızın da akışkan ve değişken olduğunu kabul etmek, yaşayacağımız hayal kırıklıklarını doğru değerlendirmemize yardımcı olur. Belki de yapılması gereken, daha “ deneysel” bir hayat yaşamak, denemekten ve yeni deneyimlerden korkmamak. Merak ise bu deneysel hayatın en temel özelliği olarak karşımıza çıkar. Yaşadığımız topluma ya da kendimize acımak veya üzülmek yerine, neden böyle olduğunu merak eden bir anlayışla yaklaştığımızda, dış dünya iç dünyamızla etkileşime girerek hakikatle, kafamızın içinde yarattıklarımızın arasında bulunan örtüyü aralar hale gelir.