Hiç düşündünüz mü demeyeceğim, mutlaka hayatınızın bir noktasında aklınızı kurcalamıştır bu sorular: Neden yaşıyorsunuz? Hayatınızın amacı nedir?
Hiç düşündünüz mü demeyeceğim, mutlaka hayatınızın bir noktasında aklınızı kurcalamıştır bu sorular: Neden yaşıyorsunuz? Hayatınızın amacı nedir?
Önemli olan bu sorulara cevap arayanlardan mı oldunuz yoksa diğerlerinden mi? Kimseyi yargılamıyorum elbette. Sadece farklı bir perspektif kazandırmak istiyorum mevzuya.
Binlerce yıldır insanoğlu hayatının anlamını, okyanusların dibinde, balta girmemiş ormanlarda, uzayın derinliklerinde arıyor. Nice imparatorluklar kurulup yıkıldı, nice uygarlıklar geldi geçti, nice keşifler, fetihler yapıldı ama insanın bireysel yaşamının merkezinde hala aynı soru duruyor, aynı arayış hayatımıza yön veriyor.
Kimi umutsuzluğa kapılmış halde, "Hayatın anlamı, anlamsız oluşudur." diyor, bazıları anlamı sanatta, aşkta ya da bir ideoloji doğrultusunda yaşamakta arıyor. Kişi araya dursun, ömür de gelip geçiyor. Hayatın anlamını bulamadan son gününe varanların çoğu "gözü açık" gidiyor.
Anlamı bulamayınca insan, doğru olanı yaptığından, hak ettiğini aldığından, yaşayabileceği hiçbir şeyi kaçırmadığından asla emin olamıyor. Huzura kavuşamıyor. Sevinci buruk, mutluluğu gölgeli, coşkusu kısa ömürlü oluyor. Elde etmek istediği her şeye sahip olsa dahi hep bir şeyler eksik kalıyormuş hissiyatı ile yaşıyor.
Kişisel yaşamlarımızdaki kaza, hastalık, iflas, ölüm gibi, genelde felaket olarak görülen olayların nedenleri de bu temel sorunun cevabıyla bağlantılı. Doya doya yaşamanın tek yolu bu soruyu yanıtlamaktan geçiyor: "Neden yaşıyorum?"
Bu soru öylesine önemli ki insanı dehşete düşürüyor. Bunun için çoğu insan bu konuda düşünmek dahi istemiyor. Yaşamın anlamını bulmanın imkansız olduğuna inanmayı yeğliyor. Tam da böyle düşündükleri için hedefe ulaşamadıkları akıllarına bile gelmiyor. Çünkü eğer sorarsanız hayat soruları cevaplıyor.
Hayatın anlamı kendi içinde saklı, derinlemesine inceleyen herkes az çok aradığını bulmuş zaten. Gerçeğe "eren" çok insan olmuş, bulmak için umutsuzca debelendiğimiz soruların çoğu yanıtlanmış, bir tür "hayat rehberi" oluşmuş... Adına "Evreni Kavrama ve Kullanma Kılavuzu" diyebileceğimiz bir bilgi demeti var aslında. Bu kılavuzun yazarları ise "yaşama ustaları"; yani felsefeciler, toplumsal önderler, bilim adamları, sanatçılar, din büyükleri... Hazreti Muhammed'den diğer peygamberlere, Einstein'dan Nietzsche'ye, Gandhi'den Buda'ya, Freud'dan Mevlana'ya… Sayamayacağımız kadar çok kişi, hayatın labirentlerinde buldukları bilgi mücevherlerini insanlığın hizmetine sunmuşlar.
Dev bir hazine, meraklılarını bekliyor ama hazine odasına ulaşmak kolay değil! Bazı şartları yerine getirmemiz, yoldaki düşmanları alt etmemiz gerekiyor. En büyük düşman da kendi zihnimizdeki duvarlardır. Çoğu insanın zihni (gerçekte kendine bile ait olmayan) düşünce kalıplarıyla öyle tıka basa doludur ki “kadınlar şöyledir”, “Yunanlılar böyledir”, “aşk budur”, “evlilik şudur” gibi kalıplarla hep aynı adımları atarak sonsuz bir döngüye sıkışıp kalırlar. O kadar kalabalık ve düzenlidir ki bu gösteri, insana her şeyi bildiğini bile düşündürür. Bu yanılsamaların en büyüğüdür, önce ondan kurtulmak gerekir. Hayatın anlamını kavramasına yardım edecek sırlara ulaşmak isteyen kişi, bildiklerinin bilmediklerinin yanında bir kum tanesinden bile küçücük olduğunu kabul etmelidir. Ancak bilmeyenler ulaşabilirler hazine odasına, oranın kapıları sadece bilmek için yanıp tutuşanlara açılır...
Ünlemleri seven, peşin hükümlüler bulamazlar. O kapının anahtarı soru işaretidir. Cevabı almak için soruyu sormak gerekir.
Soralım öyleyse: Ben kimim? Bu kişi olmama kim karar verdi? Neden bu ülkede doğdum? Niçin bu kişiler ailem oldular? Yaşamımın hedefi nedir? Yaşadıklarımın amacı nedir? Neden benim başıma geliyor?
Sorarsak cevaplara ulaşırız.
Tüm alimlerin, bilginlerin, din adamlarının, peygamberlerin de bizi bu şekilde yönlendirmesi elbette ki boşuna değildir: “Kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapı çalana açılır. Dileyin ki olsun, sorun ki cevap alasınız.”