Geçtiğimiz hafta şöyle bir tatil yapayım dedim. Size denizi, kumu, yediğimi içtiğimi anlatmayacağım. Asıl anlatmak istediğim belki cürüm olarak küçük olabilir ama manası epey irice.
Çocuklar vardı gittiğim otelde. Hemen her milletten sarışını, kumralı beyazı, kısacası renk renk ve bir o kadar da renkli dünyalarıyla çocuklar. Mesela bizimkiler biraz daha çocuktu sanki. Mesela bazıları da biraz daha, hani “büyümüşte küçülmüş” denilenlerden.
Bizimkiler ne kadar üstüne düşülürse o kadar ters tepen titrek, korkak, ürkek ve bir o kadar çekingen. Hani bildiğin çocuk işte. Yabancıların ki ise anne-babalarının göz menzilinde ama kimisi havuzda, kimisi denizde özgür, özgüveni yerinde yüzen, oynayan, hoplayan, zıplayan kısacası ruhsal olgunluğa erişme yolunu bizim bebelerden çok daha önce tamamlamış toramanlar.
Biz “Aman çocuğum yapma, kurban olurum gitme, yanımdan ayrılma gebertirim” ile güya çocuk terbiye ederken, onlar “yap, git, yüz, düş, kalk, hayatın acıtan ve zevk alan yanlarını bıngıldağın sertleşirken öğren” diye büyütüyorlar. Onların bebeleri cin gibi yetişirken, bizimkiler altlarını doldururken bile “anne…” diye zırlıyorlar.
Bizimkiler bebekliklerini ailenin yoğun ve titrek baskısı altında aşıp ergenliğe geçiş yaparken de yine hep koyun gibi güdülüyorlar. Çocuğun yeteneği veya kendini ispatlayacağı mesleği seçme şansı vermeden “Benim koçum doktor olacak, anasının bel ağrısını, benim mayasırımı şıp diye iyi edecek” ile zaten yolunu çiziyoruz. Ya da “Öğretmen, polis, vs” olacak diye ipleri bizim elimizde birer kukla olmalarını istiyoruz. “Baba yaa ben ressam, tiyatrocu veya müzisyen olmak istiyorum” diyeni “Sus eşşoğlu eşek. Soytarımı olacan len” diye beş kardeşi gösteriyoruz. Biz istiyoruz ki ilk atomu bizim çocuk parçalayıp, uzayda cirit atsın. Ama nedense bunu hep elalemin bebeleri yapıyor.
Bizim bebelerin dramı “kulağından tutup haydi cemaat yurtlarına” diyerek daha da içinden çıkılamaz hale geliyor. İlim irfan öğrenme hayaliyle yollanan bu kontrolsuz yerlerde cinsel istismarları her gün okuyor, ya da görüyorsunuz. (Pardon hemen yayın yasağı geliyor, göremiyorsunuz.) Bu yurtların gerçekten ilim irfan peşinde olanlarını tenzih ediyorum, ama bazılarında kan donduran olaylar yaşanıyor. Ama daha zıbınıyla tay tay yürürken üzerinde baskı oluşturup özgüvenini yok ettiğimiz çocuklar bunu kimseye söyleyemiyor. Söylese de inandıramıyor. Hani toz konduramadığımız kişiler yapıyor hem de bunu. Ama kol kırılıp yen içinde kalıyor. Ve bazıları da yine “Bir kereden bir şey olmaz” diye kol kanat gererek bunu meşrulaştırıyor, yapanları cesaretlendiriyor.
Haymana bebesi veya gençliğine gelirsek, çocukların oynayacakları ne sokaklar var ne parklar. Sokağın köşesine bir tel çevirip, iki salıncak, bir tahteravalli koyarak bu işi çözdüğümüzü zannediyoruz. Çocukların zekalarını, becerilerini, kısacasını ruhlarını değiştirecek oyun alanları yok. Gençlerin gidecekleri tek sosyal mekan kahvehaneler. Öğrencilerin gideceği dershane yok daha memleketimde. Acaba Gölbaşına mı yoksa, Polatlıya’mı göndersek diye telaşlanıyor veliler. Tamam yollayalım da bu defa para yok. Tuzu kuru olanların zaten böyle dertleri yok. Ama gariban bebesi ne halt ederse etsin. Ondan sonra özel okullarla, kolejlerle, bir eli özel derste, bir eli özel hocalarda olanlarla yarıştırıp aynı başarıyı bekliyoruz çocuklarımızdan. Olmayınca yine devreye giriyor beşkardeş ve “eşşoğlu eşek..” ile başlayan hakaretler.
İşin işinden kolayca çıkan ve ruhumuzu hafifleten yine kendimiz oluyoruz; “Yav herkesin çocuğu okuyacak değil ya. Memlekete hamal da lazım, çoban da. Bizimkilerde bunu yapsın”
İyi de memleketimin hamallığını Suriyeliler, çobanlığını da Afganlar kapalı çok zaman oldu. Onda da ekmek yok artık. O zaman söyleyeyim asıl eşek bizsek, eşşoğlu eşeğin bunda suçu ne?
HAFTANIN SÖZÜ: Köpeğe yüz altın versen insan olmaz, insana bir altın ver köpeğin olur.
SAYGILARIMLA